Buzdolabı
Şu satırları yazmaya başlamadan önce her hayalperest gibi rüyalar alemine dalıp
gitmedim desem yalan söylemiş olurum. En iyisi mi size kısaca kendimden bahsedeyim. Daha
sonra kokusuna hasret kaldığım o kitabın hazin hikayesine geçerim diye düşünüyorum. Tabi
becerebilirsem.
1960 yılının Ağustos ayında dünya evine girebilmeye nail oldum. Her ne kadar konu
ile ilgili savaşmış olsam da, ‘kadının fendi erkeği yenmişti’. Her şey masa başına gelene kadar
çok güzeldi. Zaten evet dedikten sonra gelin hanımın ayağıma basmasıyla her şeyi ele
geçireceğini o zaman anlamıştım. Evlilik cüzdanı dedikleri şeyi kadının eline
tutuşturulmasının ardından erkek bireyin kadının gözlerinin içine heyecanlı bakışlarına şahit
olmuşluğum vardı. Lakin ben de öyle bir şey olmadı. O an, kendimi bir ottan farklı görmedim.
Neden ve niçin böyle bir şeye büründüğümü cevabını şu satırları yazarken dahi hala
verebilmiş değilim. Kötü bir evliliğim geçmedi. Aksine o dönemin koşullarına göre bir
birimizi severek evlenmiştik. Üstelik ailemizin dönemin eğitim seviyesinin altında birer birey
olmasına karşın, (ilkokul terklerdi) bu konuda düşünceli davranmaları bizim mutluluğumuzun
daimi ilham kaynakları olmuştu. Evliliğim hiçbir evresinde tek bir gün dahi kötü geçmedi.
Eşim ve çocuklarıma iyi bir aile babası olduğumu hep düşündüm, sadece benim düşünmemin
yetmeyeceğini biliyorum. Ama yaptıklarımı bir kenara not alıp, muhasebesini yaptığım her
vakit, karlı olduğumuz çıkardı. O dönem her istediklerini yaptım diyemem. Zaten her
istediğini yaptık diye de kenara kıvrılacak kadar ahmak değilim. Yapılması gereken her şeyi
yaptığıma inanıyorum. Malum, fabrikada çalışan bir işçinin mesai saatleriyle birlikte
alabileceği şeyleri listelemiş olsak, o dönem sanırım birkaç sayfa tutabilirdi. Sadece paranın
aldığı şeylere inat bir de bunların alamayacağı şeyleri de onlara sundum. Mesela evin bir
kitaplığı vardı bizim için her şeyden değerliydi o kitaplık… Hala o kitaplık, evin bir
köşesinde. Ama artık eskisi gibi mutlu olamadığını düşünüyorum! Çünkü onu mutlu edecek
edebi eser getiremediğimi düşünmeye başladım.
Edebi eser dedim de, peki ne olması gerekliydi bu? Herkesin okuma kültürü farklı
olduğu şu zaman diliminde elbette herkes her şeyi beğenecek diye bir kaide yoktu. Gerçi bu
bizim zamanımız içinde böyleydi. Ama o dönem eserlerin kalitesi gözler önündeydi. Üstelik
şimdiki gibi mantar gibi peydahlanmıyordu yazarlar ve yine şimdi ki gibi hemen
tanınmıyordu. Bir yazarın tanına bilmesi uzunca bir zamana tekabül ediyordu. Çünkü, kitlesel
olarak yayılabilen en iyi cihaz radyolardı, bir de televizyon vardı, o da herkesin evinde
bulunmazdı. İletişim çağı nedir bilmiyorduk. Şimdi ise Fırat’ın doğusunda bulunan bir
kuzuyu kurt kapsa akşamında sosyal medyada en çok konuşulan konulara dahi girebilecek
durumda.
Bizim zamanımız da 'sosyal medya' denilen şey yoktu. Ama ondan daha kıymetli şeyler vardı. Dost sohbeti denilen şey vardı mesela. Hala da var çok şükür dostlarımızla görüşürüz zaman zaman. En azından bizim kuşak için bu geçerli. İşte o zamanlarda bizler birçok şeye ulaşmamız ya da duymamız iletişim araçlarından ziyade, genellikle; iş yeri kafeteryası ya da mahalle kahvehanesinden duyulurdu.
Evliliğimize dönmek isterim. Evimize aile büyüklerimiz
tarafından alınan eşyalar geldiği vakit nasıl heyecanlanıp sonrasında bir birimizin omuzun
yaslanarak nasıl ağladığımızı değinmeden geçemeyeceğim.
İlk eşyalarımızı kayınpederim ile babam almıştı. İkisi de çokça para harcadıklarını hala hatırlarım. Yine
İkisinin de ilk çocukları olmamız belki de bizi bu denli şanslı kılmıştı. Eve gelen
eşyalarımızın arasında buzdolabı haricinde tüm eşyalar açık naylona sarılıp getirildi. Şimdi ki
gibi köpüklenmiyordu. Ya da ben unutmuş olabilirim. Malum yaş ilerledikçe, unutkanlıkta
artıyor, her ne kadar unutmadık demiş olsak da daha dün ne yediğimizi hatırlamak isterken
kafamızı kaşımaya başlıyor… Eve gelen eşyalar arasında sadece buzdolabında karton kutu ile
korumaya alındığını hatırlıyorum. Hamallar eşyaları mutfağa indirdikten sonra kurulumunu
bize bırakmıştı. O bizim için sıkıntı değildi, asıl sıkıntı olacak mevzu, karton kutu demeye
bin şahit isteyen, buzdolabını koruma amaçlı üzerine yerleştirilen ve onun üzerinde yerli yersiz okumakta pekte güçlük çekmeyeceğimiz yazılar mevcuttu. Daha sonra dikkatli
baktığımız vakit, kitap sayfalarının sıkıştırılmasıyla karton haline getirilen koruma kalkanı
olduğunu anladık. (artık koruma kalkanı da ne olabilirdi ki?!) Hamalların evden çıkmasını
beklemiştik. Heyecanlandığımızı hamallarda anlamış olacaklar ki evden ayrılmaları. Heyecanlı olmamız eve yeni getirilen eşyalar değildi tabi ki.
Buzdolabı etrafına dolanan karton parçacığıydı. Özenle kutuyu eşim açmaya başlamıştı. Ama
bir şekilde kitap sayfaları karton kutuyu yırtmaya başladığı vakit, aralarından fırladı. Kimisi
çok net okunurken, kimisi ise zor bela okunabilirdi. Şimdi ki gibi kağıt çok kolay bulunan bir
madde değildi. Saman kağıdına basılan edebi metinler okuyucusuyla buluştuktan sonra mistik
bir hava ile birleşip mayhoş kokusunu odanın içine siniyordu.
Size kitabın adından hiç bahsetmedim demi?
O kitabın adı 'Ekmeğimi kazanırken'di...!