Bir takım bad düşünceler

in #turk4 years ago

Hayat Üzerine İç Dökümü

Ard arda sigaralar yakarken zihnimde kanatlanmış bad tripler bir güve sürüsü gibiydi. Neydi bu bad trip, sadece hissedebilmekti en derin şekilde dünyayı algılayabilmekti, bad denilen şey gerçeklerin ta kendisiydi, gerçekler sahte maskelerin ardında sadece zevk ve arzularını kovalayan dünya insanlarını anlamaktı. Dünya en anlaşılabilir duyguları sahteleştirerek yüzlerine bir maske olarak çeken insanlar ile doluydu, samimiyet artık kötülüklerini birlikte paylaşıp toplumda piçlik olarak adlandırdığımız davranış türünü benimsemiş insanlar arasındaki iletişimin bireyler rol yapsa bile birbirini anlayabilmeleri ile oluşmuştu. Piçler piçler ile piçliklerini paylaşıyor ve piç bir samimiyet hüküm sürüyordu, böyle bir çağda yaşıyorduk sokak, ortam, çevre ve insanlar buydu.

Anlamak gerçekleri görmek insana acı veriyordu fakat bütünüyle acı olmuş ve acı çekmek bir rutin olmuş birine göre anlamak ve acı çekmek dünyadaki en normal şeydi, sanki ötesinde başka bir şey yokmuşcasına acıya sarılıp ondan en sonunda keyif ve ilham almayı öğrenebilmiştim. Çare yoktu çünkü, yaşam sanırım elime bir kere geçti ve onu bir şekilde kucaklamam gerekti çünkü yaşamın doğasında hep bir savaş, hep kaybedişler, az kazanışlar, çokça acı, bazen mutluluk vardı. Mutluluk ile acı arasındaki fark birisini kazandığın zaman ondan kurtulman çok daha zordu, diğeri genelde çok kısa sürüyordu, birisi çok yavaş iyileştirirken diğeri asla iyileşmeyecek fakat zamanla hissizleşecek izler bırakabiliyordu. Acı mı yoksa mutluluk mu daha çok iz bırakırdı. En büyük mutlulukların izleri ve hatıraları bile bir süre sonra kedere dönüşüyordu, nostalji içinde ne kadar harika anılar barındırırsa barındırsın bir süre sonra keyif verici bir kedere dönüşmeye mahkumdu. Mutluluk hasrete dönüşürken en büyük acıları çektiğin anlar kahkahaya dönüşebiliyordu, hep bir dönüşüm vardı ve bu kadar dönüşüm varken yaşamın kendisi bu kadar dönekken dönmeyecek kim vardı ki ne vardı ki doğal olan buydu.

İnanmak denilen kumarı oynamaktan vaz geçtim ve inanmadan oynamaya başladım, masayı terk etmedim. Sonuçta yaşamak avuçlarımın arasından defalarca kez kayıp giderken, yaşamımı kendi isteğimle artık son bulsun ve hissiz sonsuz karanlıkta bilinçsiz kalayım düşünceleri ile bitirmek istesem de bunun yargılamadığım ve anlayabildiğim şey olan zayıflık olduğunu hiç bir şey fark etmesede idrak ettim. Ne fark ederdi zayıf olsam veya güçlü olsam dedim fakat yine de yaşama bir şekilde döndüm çaresizlikten değil, başka çarelerim de vardı, mecut yaşamımı bitirmek gibi, gördüğüm her şeyden sonra dünyada her şeyin barındığını biliyordum seçebilirdim bitirmeyi de fakat karambole yaşamaya devam ettim. Amaçların her birisinin getirisi de amaçlar kadar küçüktü, sonsuz büyüklükte bir mekanizma vardı ve bu mekanizma evrenin değiştirilemez mekanizmasıydı. Dokunmak ne fark ederdi ki bu mekaniza doğum, yaşam ve ölüm gibi çok basit, her tarafı birbirine bağlı devasa bir şeydi ve en ufak bir atom bile mekanizmadan çıksa bütün mekanizma çökerdi böyle bir değiştirilemez bütünlüğün içerisindeydik. Dokunabildiğim kadar dokunmak istedim acıların son bulmasını istedim en nefret ettiğim insanı dahi affettim o bile çekmesin istedim acı, kimse, o baba demeye utandığım adam bile çekmesin, sırtımda dokunulacak ten bırakmayana kadar bıçak bırakan insanlar bile çekmesin acı istedim. Sadece artık çektirmesinler de isterdim, kimseye. Sırtım o kadar sağlamdı ki onca bıçaktan sonra artık çeliktendi, artık daha fazla bıçak giremezdi sırtıma çünkü boşluk kalmamıştı. Bazen bir iç çekme ile gelen sinüs yanması ve ordan düşse de hiç bir şey fark etmeyecek olan göz yaşları ile baş başa kaldığım o kadar çok an vardı ki artık özel anlar olduğunu bile düşünmüyordum, hayatımın rutininde bu keder vardı ve bazen sadece meşgul olduğum anlarda keder, üzüntü, mutluluk veya her hangi bir hissi yaşamaya vaktim olmamasını seviyordum hissizleşmek için sarf ediyordum bütün çabalarım bunun içindi. İnsan her şey ile meşgul olabiliyor ve meşguliyetler insanın hislerinden de güçlü olabiliyor, çoğu insan çalışmak ile meşgul olmayı istiyor ve bir an bile boşluk bırakmamaya gayret ediyorlar. Çalışan insanlar hissizleşmelerini yaşamaktan mutlu oluyor çünkü hissetmeye bir defa başladıkları zaman boğuluyorlar. Garip ki efor sarf edip fiziksel acı çekmek bile insanlara duyguları ile başbaşa kalmaktan çok daha fazla keyif veriyor.

Sevmeyi anlamak için sevgimi serbest bırakmaya karar verdim. Sevgimi kalın, ışık sızmaz çelik duvarları olan barikat kurulmuş bir kapının ardında çürümeye bırakmak yerine tamamen katledilme tehlikesini göze alıp belki de hiç bir fiziksel acının bana verebileceği rahatsızlık derecesi ile boy ölçüştürülemez bir ızdırap içerisinde bırakılabileceğimin bilincinde olarak oradan çıkarıp bir kadına verdim. Korku insanı hapseder, yorulmaktan korktuğu için koşmayan insanlar varken katledilmekten korktuğu için sevmeyen insanların olması ne kadar da anlaşılabilir. Korkular her zaman tedbiri beraberinde getirir, tedbirsizliğin tedirginliğidir korkmak, tedbirler acımasız olabilir, acı verebilir fakat ne kadar acı verse de insan hep tedbir alır, bazı tedbirler en büyük acıları insanlara yaşatır. İnsan her ne yaparsa yapsın acı çekmeye mahkumdur korku da acıtır çünkü, o korkuya alınan tedbirler de acıtır, kafanın içerisinde kaldığında ise mahkum olduğun her şey acıtır, meşguliyet de acıtır, en güzel rüyalar bile uyandığında acıtır, acı en doğal gerçektir ve herkes doğduğu günden beri acı ile yaşar sadece bazen hissetmez, bazıları ise mutluluğun ancak maskesini yüzüne takmış ve zaman ile o maske yüzlerine yapışmış ve huzuru ancak çekilen maskenin altında bulup doğallıklarını, kişiliklerini gerçek yüzleri ile birlikte kaybetmişlerdir. Daimi huzur yanılgıdır, sanaldır, ütopyadır, huzursuzluk anlaşılabilir. Kötü denilen şeyin insan tarafından yaratıldığı zihindeki sonsuz anlam bulmuş kavramlar arasında sadece insani bir kavram olduğu kavranıldığı zaman ve zihnin görüp duyup hissedip tattığımız herşey ile belleğe alınan bütün bu verilerin işlenmesi sonucunda oluşan doğal bir mekanizma olduğu kavrandığında aslında bütün sistemin birbirine dokunduğu ve bağlantı içerisinde değiştirilemez bir bütün olduğu anlaşılıyor ve insan her ne yaparsa yapsın oluştuğu doğadan kopamıyor çünkü insanın kopması demek insanın varlığının son bulması demektir, ve evrende var olmuş hiç bir şey etkisiz değildir, etkilemeye etkilenmeye mahkumdur her bir partikül. Varlığımız son bulana kadar etkilendiğimiz evrenin bize yaptırdıklarını ancak izleyeceğiz ve her ne kadar kendi kararımızı verdiğimizi zannetsek de aslında sadece bir hesap makinesi gibi hareket etmeye devam edeceğiz, topladığımız verileri işlemeye, onlardan etkilenmeye ve etkiye tepki verip ona göre hareket etmeye mahkumuz. Etkilendiğinden ve varoluşundan aykırı olarak kendi iradesi ile insan, evrendeki hiç bir canlı, madde ve atom en ufak bir davranış sergileyemez, tanrı istemezse yaprak düşmezmiş. Tanrı aslında bütün evren bütün mekanizma bütün yaşam zaman ve herşeymiş.

Devam Etmek

Ancak sebep varsa gerçekleşirdi devam etmek, sebepsiz hiç bir şey olamazdı. Bazen insan devam etmek için acıya ihtiyaç duyar, duvar yumruklar, kendini kırbaçlar, kırbaç bir şeye devam etmek için sebep sunar insana, istemese de kodlar kişiyi yaptırır bir şeyleri insana. Acıyan elim ile baş başa kaldığım anlardan birindeyim, belki kim bilir yeniden kırılmıştır, düşünceler ile baş başa kaldığı vakit insana kırıkların bile acısı cennetten gelme bir dokunuş kadar naif ve huzur verici gelebiliyordu. Güç sarhoşu oluyordu insan. Ölmediği sürece maruz kaldığı her acı insanın gücüne güç katıyordu. En büyük güç acıyı dışa vurmak ile kendini gösteriyordu. Güç bulmak isteyen insanın nedeni hep daha az acı çekmek iken en büyük gücün acılarla ortaya çıkması yine acının kaçınılmaz olduğunun kanıtıydı. Acılar var etmişti gücü ve gücün dengesini. Güçlü olmak yerine sert olmayı isterdim, bir kalenin duvarları gibi ruhsuz ve hissiz de değil, bir ağaç gibi olmayı, buz gibi bir taş olmak değil, köklerini salmış hareket etmeye ihtiyaç duymadan huzura teslim olmuş bir çınar olmak isterdim. Varsın insan oğlu üzerime bıçakla bir şeyler kazısın, varsın kediler, aslanlar, kabuğumu tırmalasın, filler yapraklarımı yesin ben sadece o kadar sert olayım ki ölene kadar parçalanayım ama dağılmayayım, bana yeter kabuğumu kazıyan bıçağı köreltmek, kabuğumu parçalayan tırnakların beni kaşıması, kopan dallarımın sindirilen yapraklarımın toprağa tohumlar olarak bir şekilde geri dönmesi bana yeter. Zamanım geldiğinde toprak kaysın, deprem olsun, sel olsun öyle öleyim gıkım çıkmaz, ama zamanım gelmeden beni kesene lanet ederim. Fakat huzur bulamaz bir kimseye lanet eden insan, ettiği lanet nefretinin gücü kadar güçlü olur, ve nefret bitmeden lanet bitmez, lanet edenin laneti kendinden çıkar ve sürekli yolculuk eder, gidecek bir yeri kalmayan her lanet çıktığı yere geri döner ve kat ettiği yolun uğradığı her durağın bütün acısını döndüğü yere kusmadan sona ermez. Yani affetmem gerekir aslında beni keseni de, affetmezsem lanetimde boğulmaya mahkum olurum, lanet edenler boğulanlardır, ve çevrelerinde olan, dokunabildikleri her şeyi boğuldukları deliğe doğru çekerler. O saatten sonra artık lanet görevini tamamlamıştır, denge yerine oturmuştur, boğulan kişi de boğan kişiye dönüşmüş ve artık yardım istemeye hakkı kalmamış, hak yerini bulmuştur. Yalnızlığımızı ettiğimiz lanetlere borçluyuz, dengeyi lanetlerle kuruyor, eninde sonunda hak ettiğimizi buluyoruz. Devam etmek için kişinin sebebi nefret ise, her adımda acı ve lanet büyümeye devam eder. Maruz kaldığımız şeyler bizi dönüştürür, seçim yapıp acıyı kabullenip yola devam etmeyi tercih ediyorum, lanet etmiyorum, nefret etmiyorum, ben hiç bir şey yapmıyorum, mekanizma işliyor, akışa kendimi bırakıp huzur buluyorum, arada bir akışta bir şeylere çarpıyorum, bazen sert bazen yumuşak darbeler alıyorum. Huzurum ben akıp giderken neye çarpabileceğimi düşündüğümde kaçıyor, bir şeylere çarpınca kaçıyor, kaçınılmaz olarak oluyor bu, kaçınamayacağım şeyden kaçmaya çalışıp kendimi yormaktansa akıp gitmeyi tercih ediyorum, çarpmayı önemsemediğimde huzur buluyorum. Önemsememek huzur bulmaktan daha zor geliyor bazen. Hep dönüşüm ve değişim ile sonsuz bazenler okyanusunda nefessiz kalıyorum, ve ne kadar boğulsam da ölemiyorum.